Ben
Gönen’de doğdum
Hayat ile dil
ve edebiyat arasındaki büyüleyici döngü karşılıklıdır.
Kimi zaman
hayat değişir ardından dil ve edebiyatı da değiştirir. Kimi zaman dil ve
edebiyat, hayatı değiştirir. Klasisizmin arkasında monarşik yapılanmaları,
Romantizmin arkasında Fransız devrimini, Realizm arkasında sanayi devrimini
görmemiz kolaydır bu yüzden. İki cihan harbinin bireyde parçaladığı iç dünya
edebiyatın aynasını da boydan boya çatlatır, Modernizm bu çatlak aynada
yansıtır resimlerini. Postmodernizmin insanı ise belirli bir felsefenin tek
merkezine sığmaz artık, onun elinde çok odaklı paramparça bir ayna olduğundan
söz etmek zor değildir. Neticede edebiyat, hayat üzerinden seyredilebilecek bir
şey. Daha önemlisi hayatı seyrettiren bir ayna.
Bütün bunları
Yenikapı’dan Bandırma’ya doğru hızla yol alan bir feribotun denize taraf
camının önünde düşünüyorum. Gönen’e geçeceğim. “And” hikâyesinin o güzelim ilk
cümlesini, -“Ben Gönen’de doğdum”- hemşehrilerine emsalsiz bir armağan gibi
bırakmış, otuz altı yıllık bir ömre üç ömürlük olayı sığdırıvermiş o zarif
fakat çilekeş adamın, Ömer Seyfettin’in kasabasına. Önümdeki masada bir tatil
kaçamağı niyetiyle aldığım, dünya listelerinin çoksatarı. Kitabı kapatıp yana
doğru itiyorum. Aylaklık zamanlarında bile gitmiyor. Filmini seyretmekle
kitabını okumak arasında fark yoksa edebiyat da yok. Gözlerimi kapatıp Ömer
Seyfettin’in evini, “And”da tasvir ettiği Mahalle Mektebi’ni görür müyüm görmez
miyim derken bir buçuk aydır en bireysel olanımızı bile bir şekilde ilgisi
dairesine almış gelişmelerin etkisinde, düşünüyorum. Geleceği görmeye
çalışıyorum. Nesillerin ruhu vardır, zamanın ruhu. Bu ruh eğer yeteri kadar
kuvvetle kendini gösterirse o vakte kadar dikey olarak bölümlenmesine
alıştığımız damarları bu kez yatay olarak böler. O zaman farklı mecralardan
akan ırmaklar bile kendilerini yatay olarak bölen çizginin altında ortak
paydalarda buluşurlar. Sadece Türkiye değil, bütün dünya dalgalanıyor, hoşumuza
gitse de gitmese de bu böyle. Bireysel bir edebiyatın, çok satan klişeleri
üzerinde tanzim edilmiş popüler bir külliyatın yerine daha toplumsal hatta
politik bir edebiyatın kendisini göstermeye başlayacağını tahmin etmek mümkün
mü acaba? Bildiğim, güçlü edebi hareketler bir denizin dalgaları gibi takip
ederler birbirlerini. Birinin bittiği yerde diğeri başlar. Ve hepsi yükselişe
geçmek için kendi zamanını bekler. Tesadüf değildirler.
“Yeni Lisan”
makalelerinin Ömer Seyfettin tarafından kaleme alınan ilki 11 Nisan 1911’de
Genç Kalemler’de yayımlandığında onun teklif ettiği dilde sadeleşme hareketinin
bu kadar kolay başarıya ulaşacağı akla gelmemiş olmalı. Fakat Ömer Seyfettin
Türklerin şimdi yeni bir hayat devresine girdiklerinin farkındadır. O halde
onlara yeni bir lisan lazımdır.
Ömer
Seyfettin hayat ile dil ve edebiyat arasındaki ilişkiden hareket etmektedir.
Ona göre edebiyatımız şimdiye kadar ya Doğu ya da Batı edebiyatlarını taklit
etmiş, dilimiz de safiyetini kaybederek garip, yapay bir hal almıştır. Oysa
şimdi artık yeni bir hayat vardır. Öyleyse yeni bir dil ve edebiyat da
lâzımdır.
Gerçekten de
“Sade Dil-Yeni Lisan” hareketi ideolojik muarızlarını bile saflarına çekerek
kısa bir sürede başarıya ulaşır. Tanzimat ediplerince gerçekleştirilemeyen şey
yarım asır sonra gerçekleşir. Bu başarı, şartların uygunluğuyla ilgilidir.
Bütün dünyayı sarsan milliyetçilik akımı, Balkan kavimlerinin Osmanlı’dan
sancılı kopuş süreci, hasta adamın teşrih masasına yatırılması. Kısacası II.
Meşrutiyet sonrası Türkçülüğün yıldızını parlatan şey ne ise “Yeni Lisan”
hareketini başarıya vasleden şey de odur.
Diğer yandan birkaç ay önce Ali
Canip’e yazdığı meşhur mektuptan bu düşüncenin Ömer Seyfettin’deki evveliyatını
okuruz. Anlarız ki Ömer Seyfettin ne yaptığının farkındadır. “Yeni Lisan”
hareketi tam zamanında doğarken bile onda her şey bilinçlidir, tesadüfi
değildir. Ali Canip’e “Geliniz Canip Bey, edebiyatta, lisanda bir ihtilâl
yapalım.” demekte ve eklemektedir: “Âh büyük fikir, çalışma, azim ister.”
Nazan Bekiroğlu (Zaman Gazetesi,
14.07.2013)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder