Mustafa
ÖZCAN
Osmanlı’nın Türk diline olan yaklaşımının dünyada imparatorluklar kurmuş diğer bazı
ulusların dile yönelik uygarlık
anlayışlarına göre oldukça farklılık göstermesi, özsel-bütünsel tarih için bazı paradigmik ilkelere ışık tutması
yönüyle incelenmesi gereken önemli bir fırsat ortaya koymaktadır.
İmparatorluklara
zemin olan uygarlık anlayışlarının
kökeni araştırılırken başlıca konuya
yönelim karşıtlıkları olarak genelde çevre-insan, din-bilim, karacı-denizci, yerleşik-göçer, holistik-individüalistik, dil-(fonetik-logografik) yazı gibi kutupsal ikilikler arasında
karşılaştırmalar yapılarak bunlardan hangisinin insanlığın bugünkü uygarlığa
doğru ilerleyişinde etkili olduğu hususu dikotomik tarzla
araştırılmaktadır.
***
Yukarıda
dil-yazı şeklinde verilen son dikotomik ikili kutuptan ağırlıklı olarak ilki
inceleneceğinden konuya başlangıç olması için dilin demografik bakış bağlamında dünya
genelindeki durumuna yönelik birkaç saptamaya kısaca göz atmakta yarar vardır.
Dilleri
işlev gördükleri coğrafyanın tarihsel ve/veya demografik karakteristiklerine
göre uygarlık, kültür, ulus ve etnisite dili diye ayrımlamak alışılmış
bir yaklaşımdır. Öte yandan diller ayrıca,
kapsadıkları düşünce ve bilginin rasyonalitesi bağlamında da felsefe ve/veya bilim dili diye farklı bir ayrıma tabi tutula gelmektedir.
Uygarlık
diline linguistikte Latince kökenden gelen bir
deyişle LinguaFranca denmekte
olup buna Orta çağın Latincesi ve Arapçası tipik örnekler olarak
verilebilir. Günümüzdeyse dünyada en çok konuşulan ikinci dil olan İngilizce modernitenin dili olarak her ikisinin de yerini almış
bulunmaktadır. Öte yandan, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Rusça, Hintçe, Urduca, Japonca ve Türkçe gibi diller, tipik ulusal dil olmalarının yanı
sıra kültür dilleri (ekin
yani edebiyat ve sanat dili) olarak da bilinmektedir. Ayrıca sıralamadaki ilk
ikilinin, Fransızca ve Almancanın, İngilizcenin yanı sıra felsefe ve bilim dili kimliği ile de genel
kabul görmekte olduğunu belirtmek gerekir.
Gene bu arada, Çin Mandarince’sininse dünyada en çok
konuşulan kültür ve ulus dili kimliğine iye olduğu da
vurgulanmalıdır. Öte yandan dünyada en çok konuşulan üçüncü dil İspanyolca ile Portekizceye
ise, kendi anayurtlarının dışında nüfusu çok olan ülkelerin ulusal dili olması nedeniyle
farklı bir önem düzeyi atfedilmelidir. Ayrıca, Korece, Vietnamca ve Endonezce’nin anılmaya değer diğer ulusal diller olduğu
unutulmamalıdır.
***
Şimdi, konunun diğer bir yönü
olarak dil ile düşünce arasındaki bağlantıya
dair bir görüşü dil-uygarlık-kültür
ilişkisi hakkında yazılmış bir makaleden alıntılayarak
aktarayım (1):
“İnsanlar ve toplumlar tarih boyunca
ürettikleri kültür, medeniyet, bilim, düşünce ve felsefeyi
kullandıkları dil aracılığıyla
diğer insanlara ve sonraki kuşaklara
aktarırlar. Bu alanlardaki ilerleme ve gelişmeler dili besler, dildeki ilerleme
ve gelişmeler de bu sayılan alanları besler. Yani bilim ve düşünce
bir taraftan kendi fonksiyonlarını yerine getirmek için vasıta olarak dili
kullanırken, diğer taraftan da dilin zenginleşmesini sağlarlar.”
Dil hakkındaki
bu kısa değinmelerin ardından da dil ve uygarlık ilişkisinin ele alınışına, bağlamına ve durumuna özetle bakmayı
sürdüreyim.
Dilin uygarlık bağlamda incelenmesi
ağırlıkla 20. Yüzyılda
başlamış bir süreç olarak insanlığın
bütünsel tarihine bakışta genelleşmeyi temsil eden antropolojik-hermönetik temelli
yaklaşımı benimsemiş bilim insanı ve düşünürlerce yapıla gelmektedir.
Ayrıca konu hakkındaki incelemelerin disiplinler arası bir görüngeden bakışla yapıldığını da
belirtmek gerekir.
Bu çerçevede, dil-uygarlık (ve kültür) ilişkisinin interdisipliner, hatta multidisipliner biçimde
irdelenmesi sırasında ve ayrıca yapısökümsel (2)
tarz ile de ele alınması halinde sosyal ve insani bilimler arası anlam geçişlerde
olabilecek kaymaların
belirginleşerek kavram akışının sürekliliği bütünüyle
görünürleşmektedir.
***
Osmanlı’nın dil ile olan ilişkisine bakıldığındaysa,
bunun göçer topluluklara
egemen olan tarihsel bir anlayışından kaynak alarak gelişmiş olduğunu görmek
mümkündür. Genelde günlük-mevsimlik
kronolojik döngü içinde
yaşamak kısıtında olan göçer
topluluklar, sadece yük niteliği olan fiziki taşınır eşyada değil soyut kavramların ele alınışında da tasarruflu hareket etme
zorunluluğu ile her zaman karşı karşıyadırlar.
Hal böyle olunca, binlerce yıllık evrim sonucunda, dişi-erkek belirteçsiz sözcükler,
özneyle bitişimli yüklemler
ve eylem-öndeliklitümcesel
sözdizimi gibi olağan dışı ses yükü azaltıcı özellikler kazanmış Türkçe gibi az ses ile düşünme ve eyleme bağlamında çok şey yapabilen harika bir dilin oluşması olanaklı
olmuştur. Ancak göçerliğe bağlılık durumu, dilin yerleşik toplumun bir parçası olmasına engel olduğundan sonuçta böylece dilin yazılı hale gelmesi de engellenmiş olmaktadır
Toplumların Neolitik Çağ sonrası ortaya çıkan kentlileşme süreci, ticaretin gelişmesine ve yazının
bulunmasına kaynaklık etmiş olması ilk uygarlıkların doğuşundaki esas etmen olarak görülmesine neden
olmaktadır.
Bu bakımdan, kırsalda köyler ile başlayan yerleşikliğin devamı olan, ama ayni zamanda bunun çok ötesinde bir
anlam ifade eden kentsel
yerleşikliği toplum için temel yapı olarak benimsemek Osmanlı’yı
kurmak için Anadolu’ya
gelen Horasanlı Gazi Dervişler için
gerçekten zor olmalıydı. Buna karşın onlar için gerçekten de Fütüvvet Ehli olmak, göçerlik yapısı için daha uygun
olan bir seçenek idi.
Öte yandan sünni Müslümanlığın Halifelik ile Osmanlı’ya gelmesi sonucunda koyulaşan
bir din anlayışının tebaaya egemen olması bu yoldan Türk dilinin de Arapça karşısında gerilemesi
şeklindeki olağan sonucu doğurdu. İşte bu süreçte Safevi Şah İsmail’in divanının Türkçe, Osmanlı Yavuz Selim’inkinse Arapça olmasına şaşmamak gerekir.
Kısa ve öz olarak belirtmek
gerekirse; Batı’nın 16 ve 17. Yüzyıldaki Hümanizm, Reformasyon ve Aydınlanma ile
bir bilinç devrimi yaşayarak dünyevileşme yolunda
olduğu o dönemde, Osmanlı, medreseleri ile günlük iletişimin temeli olan Türkçe’yi kültürde de göz ardı
ederek Arapça temelli
bir semavileşmeye yöneldi.
Bu noktada Türkçe’nin Osmanlı’da yazılı kültür diline dönüşememesinin
nedeni olarak Prof. Dr. Doğan
Kuban’ın öne sürdüğü görüşünü de ilgili makaledeki (3) bir tümceyi
alıntılayarak aktarmak isterim:
“Türkçe’nin Arapça (ve Farsça) ile karışıp Osmanlıca olması Osmanlı yazınının gelişmeme nedenidir.”
***
Dilin uygarlıklar ve kültürler için olağan üstü
öneminin ne denli yüksek olduğunun kanıtı olan dünyadaki on binlerce çalışmaya
bu deneme tipi kısa makalede değinmemin olanağı bulunmadığından hareketle,
bunun yerine, son zamanlarda bu konuda bilimsel ilgiyi küresel
düzeyde kendi üzerine çekmiş bir bilim insanından söz etmenin
yerinde olacağı kanısındayım.
İşte bu doğrultuda, dillerin kayda geçirilmesinde
kullanılmakta olan başlıca iki kategorili fonetik ve logografik yazı
kayıt şekillerinden, her birinin yukarıdaki sırayla toplumlara olan bireyselci ve bütünselci etkilerinin uygarlık anlayışını nasıl farklı
olarak etkilediği yönündeki araştırmalara yıllarına veren JackGoody’yi (4) anımsamak gerekir diye düşünüyorum.
Kaynaklar:
1.
http://www.haber10.com/yazar/doc_ibrahim_gezer/mreddil_dusunce_ve_medeniyetmred-20831
2.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Yap%C4%B1s%C3%B6k%C3%BCm
3.
Kuban, D. 2016. Türkiye’yi
Sorgulamak: Türkçe olmasaydı, Afrika’nın yeni devletçiklerinden farklı
olmazdık… Herkese Bilim Teknoloji dergisi, sayı 30, s. 5.
4.
Goody, J. 1986. TheLogic of
WrittingandOrganisation of Society. Cambridge: CUP
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder